Heidegger ve İslam Düşüncesi: Kaygının Hristiyan Kökeni ve Tecrübe-Akıl Farkı

Dr. Öğr. Üyesi Selami Varlık 2024-09-20

Heidegger ve İslam Düşüncesi: Kaygının Hristiyan Kökeni ve Tecrübe-Akıl Farkı

Heidegger’in felsefesi, günümüz Türkiye’sinde olduğu kadar genel olarak İslam dünyasının entelektüel camiasında geniş kabul görmektedir. Kendisine duyulan ilgi 1940’larda, varoluşçulukla tasavvuf arasındaki bağları inceleyen Abderrahman Bedevî’nin çalışmalarıyla başlamıştır.2 O günden bu yana, çok sayıda makale ve kitaplar Heidegger’in felsefesini İbn Arabi, Molla Sadrâ veya İbn Sînâ gibi belirli isimlerle buluşturmuştur.3 Başka çalışmalar ise bu İslami alımlanışın kapsamını ve çeşitliliğini daha geniş bir açıdan ele almıştır. Bunlar arasında Mouchir Basile Aoun’un Heidegger et la pensée arabe’ı ve daha yakın zamanda Türkçeye çevrilen İslam Dünyasında Heidegger adlı kolektif çalışma zikredilebilir.4 Bu kitaptaki metinlerden biri günümüzün Arap dünyasındaki Heidegger’e ilginin karşılaştığı sorunlara odaklanır ve, haklı olarak, Alman filozofun özellikle moderniteye ve Batı felsefesine yönelik şiddetli eleştirileri nedeniyle bu kadar beğenildiğini savunur.5 Heidegger’in Descartes’a karşı çıkarak varlık felsefesini savunması bu sempatide önemli bir rol oynamaktadır. Fransız filozof Ortaçağ felsefesinin varlık paradigmasından merkeze yerleştirilmiş özne paradigmasına geçişi temsil etmektedir. Heidegger’in Fransızcaya ilk çevirmeni olan ve daha sonra dikkatini İslam düşüncesine çeviren Henry Corbin’den sonra, bütün bir araştırmacı nesli Heidegger’le birlikte anlamanın basit bir teorik bilme değil, öznenin varoluşsal dönüşümünü gerektiren bir ontolojik anlama olduğu fikrine yönelmiştir. Anlama hermeneutiği “gerçekten anladığımız şeyin yalnızca deneyimlediğimiz ve maruz kaldığımız, varlığımızda acı çektiğimiz şey olduğu” anlamına gelir.6 Genel olarak, Heidegger’in kartezyen egemen özne eleştirisi hem teolojik fenomenolojide (Jean-Luc Marion, Jean-Yves Lacoste) hem hermeneutik fenomenolojide (Ricoeur, Gadamer) belirleyici olmuştur. Bu şekilde insan Descartes’la kazandığı emniyet duygusunu kaybedip, endişeye, emniyetsizliğe maruz kalır. Bu noktada Michel Foucault’nun Heidegger’in etkisiyle yaptığı Descartes okuması oldukça aydınlatıcıdır. Foucault’ya göre, “Kartezyen an”dan (moment cartésien) itibaren öznenin hakikate ulaşması sadece bir teorik bilgi meselesine indirgenmiştir.7 Artık, Antik felsefede olduğu gibi, özne, manevi açıdan kendini dönüştürerek hakikatle ontolojik bir bağ kurmak mecburiyetinde değildir. Ancak bahsettiğimiz aynı kitap bölümü, İslam dünyasında Heidegger’e duyulan önemli ilgi ile Heidegger’in iç çeşitliliğini ve tarihsel gelişimini dikkate alan derinlemesine, kapsamlı ve eleştirel çalışmaların eksikliği arasındaki dengesizliğe dikkat çeker.Kanaatimizce Heidegger’in temellük edilmesinde belirleyici olmasına rağmen ihmal edilen bir diğer alan, onun felsefesinin dini önvarsayımlarıyla ilgilidir. Genç Heidegger’in – özellikle Pavlus, Augustinus ve Luther’e odaklanarak – erken dönem Hristiyan inancı üzerine yaptığı çalışmaların, genel olarak felsefesinde ve özel olarak Varlık ve Zaman’ın temel kavramlarının gelişiminde ne kadar etkili olduğu artık kesin olarak bilinmektedir. Dasein’ı belirleyen kaygı kavramı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Descartes’ın temsil ettiği kesinlik fikrine karşı çıkışının da büyük ölçüde kökensel Hristiyanlığa özgü – özellikle aslî günah ve çarmıh tecrübesi figürleriyle – bir kaygı ve ıstırap havasından ne kadar beslendiği netlik kazanmıştır. Heidegger’in özellikle nedensellik ilkesine başvuran metafizik akıl eleştirisi, bu Hristiyan zemine çok şey borçludur. Hem hacim ve yankı açısından çok önemli olan bu Hristiyan boyuta odaklanan çalışmaların Türkiye’de çok az etkisi olmuştur, hem de bu dini arka plan ile İslam felsefesi ve maneviyatının dayandığı temel İslam inancı arasındaki karşılaşmanın nasıl gerçekleşebileceği konusunda çok az kafa yorulmuştur.8 Kaldı ki bu sorun Heidegger’le sınırlı kalmayıp Kıta felsefesinde bir şekilde dini söylemin etkisinde kalan – Ricoeur veya Marion gibi – Heidegger sonrası çoğu isim için de geçerlidir. Oysa, bu endişe odaklı unsurlar İslam inancında ve bu inanca dayanan düşünce yelpazesinde bulunmamaktadır. Hatta Allah’ın birliğinin tanınmasına yönelik en iyi ihtimalle olumlu, en kötü ihtimalle de tarafsız bir yatkınlığa işaret eden fıtrat fikrine radikal bir şekilde karşıttır. Bu nedenle metnimizin temel amacı, Heidegger’deki kaygı kavramının dini önvarsayımlarını, aslî günah ve fıtrat arasındaki dini karşıtlıkla yüzleştirmek ve bu farkın nasıl tecrübe-akıl farkına dayandığını göstermek olacaktır. Bu yüzleşme bize özellikle iki nedenden dolayı gerekli görünmektedir. Bir yandan, yukarıda belirttiğimiz gibi, Heidegger, kendileri de geniş bir İslami boyut taşıyan ya da en azından İslami ön kabullere dayanan düşünce ve felsefelerle buluşturulmuştur. Öyle ki kökensel inanç biçimleriyle ilgili farklılıklar temel bir önem taşır. Öte yandan Heidegger’in dini önvarsayımları sadece onu fiilen etkileyen pasif bir arka planı oluşturmaz, kendisi bu arka planın müdahalesinin kaçınılmazlığını kuramsallaştırır ve savunur. Başka bir ifadeyle, Heidegger’in felsefesinin kökensel zeminine odaklanıp bunu İslam düşüncesin kökensel inançlarıyla karşılaştırmamızın nedeni bizzat Heidegger’in felsefenin önvarsayımlara merkezi bir rol atfetmesinden kaynaklanır.İlk bölümde, modern egemen özne eleştirisinin Heidegger ve İslam düşüncesi arasındaki yakınlaşmanın ana vektörünü oluşturduğunu göreceğiz. Özne, sabit ve özerk bir töz olmak yerine, sürekli dönüşmelidir ve böylece hakikati bir varoluş modu olarak deneyimleyebilir. İkinci bölümümüz Heidegger’in egemen özneye karşı geliştirdiği kaygı (Sorge) kavramının Hristiyan kökensel tecrübeden derinden etkilendiğini gösterecektir. Sürekli devam eden bu kaygı aslî günah figürüne dayanır. Oysa bu fikir, insanı doğası gereği hakikati tanımaya yatkın kılan ve böylece bir nihai huzura imkân tanıyan İslami fıtrat anlayışına tamamen karşıttır. Son olarak, üçüncü bölümümüzde Hristiyan kökensel tecrübenin yalnızca Heidegger’in felsefesinin önkabullerinin içeriğini değil, biçimsel düzeyde felsefenin daima önkabullerle başladığı fikrini de etkilediğini göreceğiz. Heidegger, günahla engellenmiş olan ve egemenlik aracı olarak işlev gören akla şüpheyle bakar. Oysa Kur’an’da akla, ilahi hakikati tanıma sürecinde merkezi rol atfedilir. Sonuç olarak, bu temel farklılıkların Heidegger ve İslam düşüncesi üzerine yapılan çalışmaları azaltma yerine derinleştirme fırsatı sunabilmesi için birkaç öneride bulunacağız.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0